Bekir Ağırdır: İkinci turu ne belirler?
Araştırmacı Bekir Ağırdır, seçimlere ilişkin genel bir değerlendirme yaptı. Ağırdır, ikinci cins başkanlık yarışına aittir, “Birinci ilaçtan sonra seçmenin değişime ikna olmuş görünmediğini söylemek mümkün. Dersin konularını görünce bilerek oy kullandılar. literatürdeki pek çok tezi yanlışlayan bir yol. Duyguların gerçeklerden daha belirleyici olduğu ve seçmenin iktidar yanlısı olduğu ortaya çıktı. “Hayatı için riskleri ve fırsatları düşünerek oy kullandı. Ancak bireysel hayata dair beklentileri, kaygıları yerine ortak hayata dair korkuları, kaygıları, güvenlik arayışları baskındı” dedi.
Araştırmacı-yazar Bekir Ağırdır Oksijen ile yazılmış “Seçmen tercihini belirlemede bireysel değil, ortak yaşama dair korkular baskındı”Altyazı şu şekilde:
“İki şapkam var, biri araştırma açlığındaki ülkenin derdiyle uğraşıyor. İkisi de kamu işi. Yazdıklarım, söylediklerim ortada, KONDA’nın araştırmaları da arşivlerde. İki şapkam birbirini besliyor ama besliyor. birbirini yönlendirmez.
Araştırma, bilimsel bir ölçüm işidir. Her bilimsel formülde olduğu gibi, birçok faktör ve kusurlu sonuçlar nedeniyle hatalı sonuçlar da mümkündür. Elbette amaç her zaman ve her ölçekte başarılı olmaktır. 17 yıllık KONDA etkin yöneticiliğim ve son bir yıldır yönetim kurulu üyeliğim sırasında hem başarının zevkini hem de hata yapmanın mahcubiyetini yaşadım. Seçim süreci bittikten sonra yapılan son araştırmaların doğruları veya yanlışları KONDA tarafından ödenerek abonelerimiz ve kamuoyu bilgilendirilecektir.
Ne yazık ki siyasetin problemler değil, bireyler ve bağlantılar tarafından yönlendirildiğini düşünüyorum. Bu nedenle siyasi aktörlerin hiçbiriyle bir partinin askeri veya lideri olmamı gerektirecek yoğun bir örgütsel veya ticari bağım olmadı. Değerlendirmelerim, bu köşede yazdıklarım da dahil olmak üzere sorunlar üzerinedir. Dahası, toplumu anlamaya ve sosyal değişimleri ve eğilimleri anlamlandırmaya çalışıyorum.
Değerlendirmelerimde, sözlerimde ve yazılarımda siyaseti eleştirdiğim kadar, başta siyasetçiler olmak üzere okuyan ve izleyen herkes tarafından eleştirilmemin de doğal ve normal olduğuna inanıyorum. Bu bağlamda siyasi aktörlerle hiçbir zaman polemiğim olmadı, olmayacak da. Öte yandan bireysel suçlamaların ve siyasi meslek ya da siyasi ve siyasi ve siyasi çıkar uğruna amaç göstermenin bir amaç gösterdiği bir dönemde olduğumuzun da farkındayım. ekonomik çıkarlar normalleştirilir. Ne yazık ki misyonu toplumun ortak ideallerini ve ortak yaşama iradesini güçlendirmek olan siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin bunları kendi içlerinde zayıflattığını düşünüyorum.
Her şeye rağmen bu ülkede ahlaklı olmanın, başarısızlıklardan ders çıkararak ve başarılarla şımarmayarak işini iyi yapmaya çalışmanın hala geçerli olduğuna inanıyorum. Araştırma bulgularındaki yanılgıların ötesinde, KONDA’ya olan ilgiyi toplumsal ihtiyaç ve manevi kurumlara olan ilginin bir göstergesi olarak anlıyorum. Siyasetin kutuplaştırıcı ve düşmanca diline rağmen, ülkenin geleceği için sızlananların çoğunlukta olduğunu bilerek sığındığım memleketimdir.
Bilmeni isterim.
GÜVENLİK ARAYIŞI MI, MİLLİYETÇİLİK Mİ?
Bu duruma bakarak genel siyasi tabloyu anlatabilmek için öncelikle seçim sonuçları üzerinde uzun soluklu çalışmalar ve analizler yapmak gerekiyor. Önümüzde duran seçim sonuçları tek bir dinamikle, tek bir kavramla açıklanamaz. Üç milyon oyunun bugünkünden farklı tezahür etmesi çok büyük siyasi sonuçlar doğuracaktı ve muhtemelen havada uçuşan tüm hesap ve değerlendirmeler bugünün 180 derece tersi olacaktı. Klişe açıklamalar yerine, seçmenlerin bu seçimdeki davranışlarını, oy tercihlerinin toplumsal değişime paralel olup olmadığını, hangi dinamiklerin, telaffuzların, vaatlerin gerçekten sonucu ne yönde etkilediğini yeniden düşünmek ve net bir zihinle tartışmak gerekiyor. Bu nedenle, lütfen aşağıdaki paragrafları bir karar olarak değil, tartışmamız gereken konular olarak kabul edin.
Bu seçim sürecinin özgün özelliklerinden ilki siyasi aktörlerin yanı sıra heyetin de teşkilatın tüm gücü ve kapasitesiyle seçimlere dahil edilmesiydi. Partizanlık örnekleri her zaman olmuştur ama bu kez sadece partizanlıkla açıklanabilecek bir konum ve yoğunluktan daha fazlasıydı. İktidarı oluşturan zihnî koalisyonun heyeti, tarikattaki bütün uzantılarıyla, yargısıyla, emniyetiyle, din görevlileriyle, bütün bürokrasisiyle aktif olarak sahadaydı.
Hüdapar ya da Still Refah’a bulaşma sürecinin son derece cüretkar bir şeffaflıkla kamuoyu önünde yürütülmesi, böbürlenen görüntülerin montajına ve şiddeti çağrıştıran bireysel mesajlara müdahale edilmemesi ve hatta desteklenmesi değerli bir göstergeydi. Devlet aygıtının saikinin sadece Erdoğan’ın seçilmesinden ziyade bir güvenlik algısı ve değerlendirmesi olduğunu düşünüyorum. Kürt siyasetiyle müzakere ve uzlaşma zorunluluğunu üreten meclis ve siyasetin olası tablosu güya istenmedi. Toplum ve seçmenin değerli kesimi güvenlik tehdidi ve algısını satın aldı. Türklerin güvenlik arayış ve talepleri ile Kürt kimlik taleplerini dengeleyecek yeni bir politika üretilmeden demokratikleşme ve hatta kuvvetler ayrılığı sorununun çözülemeyeceğini bir kez daha gördük.
Nitekim bu paradoksa takılıp kalmanın izlerini Millet mi yoksa Millet mi ittifaklarında da çokça yaşamışızdır. Aslında “Anahtarın Kürtlerde değil, milliyetçilerde olduğunu gösterdik” sözü, diğer adayların ve her ikisi dışındaki partilerin birinci sınıf söylemlerinden bariz bir sevinçle aslında durumu özetliyordu.
Öte yandan bu açmaz ve çıkmaz, Kürt siyasetinin üzerine düşünmesi ve mevcut konumunu, siyasetini ve telaffuzunu eleştirel bir gözle yenilemesi gerektiğine işaret ediyor.
Kürt sorunu ve HDP’nin terör parantezine yerleştirilerek körüklendiği ve birinci türden sonra gelen bir diğer tez ise milliyetçiliğin yükselişi sorunu mu yoksa yeni bir milliyetçilik türüyle mi karşı karşıya olduğumuzdur. Araştırmalara göre toplumdaki milliyetçilik tanımı ve algısı bir partinin seçmeninin tekelinde değil. Aksine milliyetçilik, ideoloji ve kanaatten ziyade toplumda ortak bir duygudur. Çünkü milliyetçilik, devletin eğitim ve hukuk yoluyla her bireyin beynine kazıdığı bir ezberdir. Bu ezberleme, yerli milli söyleyişle anlamlandırılmakta, askeri teknolojiyle pekiştirilmekte, güçlü devlet anlatılarıyla gerekçelendirilmekte ve vatandaşların devlete karşı görevlerini yerine getirip getirmediği hukuk aracılığıyla izlenmektedir.
Türk toplumunda milliyetçilik, “güvenlik” ve “güçlü devlet” talebi içinde şekilleniyor. Geleceğe yönelik güvensizliğin ağır bastığı, ancak ülkedeki huzurun ve inancın bir nebze de olsa güçlendiği, insancıl bir toplum ya da ekonomik refah talebinin geldiği dönemlerde devletin güçlü olması ve sokaktaki belirsizlikleri yönetmesi beklenir. ön plana çıkan, güçlü bir devlet değil. Dolayısıyla toplumda hem güçlü devlet talebi hem de güvenlik talebi konjonktüreldir. Deprem bölgesinde seçmenin tercihinde görülen eğilimi güçlü devlet ihtiyacına bağlayabiliriz ama o zaman bire bir oy oranının yüksekliğini AK Parti’ye uzun süre açıklamakta eksik kalırız.
Elbette siyasi, kültürel ve sportif başarılar herkesi gururlandırıyor. Askerlik törenleri, şehit cenazeleri gibi ritüeller duyguları alevlendirir. Ancak gerçek hayatın gerçek sorunları ve özellikle “ev yaşamı ve düzeni” ile ilgili tehdit, risk ve potansiyel algısı milliyetçilik duygularının önüne geçer. Toplumun beklentileri ekonomik ihtiyaçlar, kaygıları kültürel kimlikler, ortak yaşama dair duyguları ise siyasi kimlikler ve tercihler tarafından şekillenmektedir. Bu nedenlerle toplumdaki milliyetçi duyguların ağırlaşmadığını ve arttığını değil, ortak yaşamda güvenlik tehdidinin ne kadar güçlü ya da zayıf hissedildiğine bağlı olarak milliyetçi duyguların arttığını ya da söndüğünü söyleyebiliriz.
Siyasi aktörler ve devlet-vatandaş eksenine baktığımızda neredeyse tüm partilerin devletçi olduğunu görüyoruz. Bu resimde de milliyetçilik bir partinin tekelinde değil. Üstelik milliyetçi oylar sadece iktidar bloğu partilerinde değil. Aksine gerek kendisini doğrudan milliyetçi olarak tanımlayan Güzel Parti, gerekse özellikle ikinci tip öncesi Kılıçdaroğlu daha açık ve ağırlıklı olarak milliyetçi söylemlere bel bağlamış olsalar da oylarının bu duygudan mı beslendiği tartışmalıdır.
Üstelik milliyetçilik yurt dışındaki hakikat ve karşıt görüş, sizin kendi ülkenizi, toplumu ve ırkı yüceltmeniz üzerine kurulu ama nedense bizim iç farklılıklarımıza karşı şekilleniyor. Paradoksal gibi görünen bu durum, milliyetçiliğin yükselişinden çok, lümpenleşme, içerideki ötekilere küskünlük şeklinde şekilleniyor. Bu popülizmi besliyor. Muhalefetin ve Kılıçdaroğlu’nun belki de en değerli varsayımlarından biri, bu popülizmi daha yüksek bir popülizmle yenebileceklerini düşünmeleri. Popülist duygular, güvenlik talepleri veya milliyetçi dürtülerle hangi adayın adayı daha güvenilir bulduğunu Pazar akşamı göreceğiz.
Seçimlerden iki gün önce 12 Mayıs’ta Oxygen’de yayınlanan bir dizi tespitin ardından şunları kaydettim: “Toplumsal değişimi demografi, maliyetler ve günlük pratikler açısından çok daha fazla örneklendirmek mümkün. Tüm bu hızlı değişim ve dönüşümler ortada değerlendirildiğinde hayalleri, kapasitesi, ihtiyaçları ve beklentileri açgözlü hale gelen bir toplum ortaya çıkıyor. Toplumun zihniyetinde önemli bir dönüşümden bahsetmek mümkün. Hatta bazı yönlerden o kadar hızlı dönüşümler yaşanıyor ki, ne bizim gibi toplumu analiz etmeye ve anlamaya çalışanlar ne de toplum bunları tam olarak sindiremiyor.
Araştırma bulgularıyla da desteklediğimiz bu toplumsal değişime karşın siyasi aktörler, alışkanlıklarıyla farklı bir yerde duruyor. Partiler ve siyasetçiler, değişimin ürettiği risk ve fırsatlardan, ihtiyaç ve taleplerden değil, kültürel kimliklerden beslenirler.
Gerçeklere ve ihtiyaçlara rağmen değişmeyen siyasi yapının ortasında büyük bir kopukluk var. Yeni insanlardan, gençlerden ve bilimden beslenmedikçe partiler değişemez. Bu nedenle siyasi tercihler mevcut aktörlerle sınırlı olduğu için değişmez veya çok zor değişir. Bu seçimler öncesinde tam da bu tabloyla karşı karşıyayız. Ekonomik hayata ilişkin gidişat, zulümler ve beklentilere ilişkin değerlendirmelere baktığımızda toplumun üçte ikisi ya şikayetçi ya da memnun değil. Öte yandan bu sorunların siyaset yoluyla çözüleceği beklentisi oldukça düşük. Buna rağmen son 13 yılda 11 kez ziyaret edilen sandık sonuçlarına baktığımızda köklü bir değişiklik görülmüyor. Bu durumun sebebini sadece bir partinin ya da liderin başarısı ya da başarısızlığı üzerinden okumak yeterli olmayabilir. Dolayısıyla siyasi telaffuzlar kadar toplumdaki bu dönüşümü anlamak için seçim sonucu ortaya çıkan rakamlar da önemli.”
Bugün şunu söylemek mümkün; Toplumsal değişime rağmen siyasi aktörleri ve yapıyı değişmeye zorlayan toplumsal baskı yoktur. Ya da yaşanan toplumsal gerçekliğin ötesinde bir yerde siyasi düzlem oluşturulmakta, siyasi aktörler kurdukları yapay gerçeklikten hareket etmekte ve mevcut seçeneklerden seçimler yapılmaktadır. Öte yandan son beş yılda onlarca parti kurulurken, neden hiçbirinin bu yapay gerçekliğin dışına çıkıp başarılı olamadığı sorusuna bu açıklama cevap vermiyor.
OLUMSUZ TANIMLAMA MI, EKONOMİK EĞİLİMLER Mİ?
Seçim sonuçlarında değişen ihtiyaç ve talepler değil, karşı partilere karşı duyulan duygular ve özellikle olumsuz duygular belirleyici oldu. Üç Türkiye’nin üç siyasi ittifakının ortasında neredeyse hiç oy kayması olmadı. İttifakların toplam oylarında büyük sıçramalar yok ama yerel ve bölgesel katılım oranlarına bağlı olarak değişim izleri de var. Oy kaymaları daha çok ittifaklar içindeki partiler arasında meydana geldi.
2017 referandumunda, 2018 genel seçimlerinde ve 2019 yerel seçimlerinde sayısal ve oransal olarak ana dağılım 2023 seçimlerinde neredeyse değişmedi. Buna rağmen orta 6 yılda kesintisiz bir ekonomik bunalım, pandemi, deprem oldu. Bu açıdan bakıldığında seçmenin cebine göre karar verdiği, ekonomik vaatlere göre oy kullandığı teorileri çökmüştür. Sonuç olarak farklı partilere oy veren seçmenler farklı fiyatlardan soğan almadıkları için hayat pahalılığı ve ekonomik durumun seçmenlerin tercihlerini değiştirmediğini söylemek mümkün.
Öte yandan Ak Parti’nin 7 puanlık oy kaybı da bir başka gerçek. Seçmenin Ak Parti’ye olan bağlılığı ve inancı azaldı ama Erdoğan’a olan bağlılığı ve inancı devam ediyor diyebiliriz.
İKİNCİ TİPİ NE TANIMLAR?
Şimdi ikinci tipe geçiyoruz. İlk ilacın ardından seçmenin değişime ikna olmuş görünmediğini söylemek mümkün. Dersin sıkıntılarını görerek bilerek oy kullandı. Literatürdeki birçok tezi de tahrif edecek şekilde hareket etmiştir. Duygular, gerçeklerden daha belirleyiciydi ve hükümet yanlısı seçmenler, kişisel yaşamlarına yönelik riskleri ve fırsatları göz önünde bulundurarak oy kullandı. Ancak seçimini belirleyen özel hayatından beklentileri, sıkıntılarından çok ortak hayata dair kaygıları, kaygıları ve güvenlik arayışı baskındı.
Yine ikinci tipte katılım oranı değerli bir parametredir. Partilerin birincil tıp seçmenleri ile birinci tipe katılmayan seçmenlerinin sandığa gitme istekleri değerli olacaktır. İkinci varyantı hangisinin belirleyeceğini göreceğiz.
Bu nedenle ülkenin sıkıntılarını yine ikinci tür sonuçlardan bağımsız ve soğukkanlılıkla yeniden düşünüp tartışmalıyız. Bu tartışmalarla ancak yeni bilgi, tez ve model geliştirebiliriz. Seçimlerin ardından parti içi birçok gerilim ve tartışmanın tırmanacağı görülüyor. Partilerin ve siyasi kültürün değişmesi muhtemelen bu sakin düşünme sürecinden beslenecektir.